KAYBOLUŞTAKİ BULANTI

AĞIT
(BU BİR TARANTİNO FİLMİ DEĞİL)


Sanırsam bu hikaye kapıda bıraktıklarımın sesi olacaktı. Gerçi hala bu olasılıkla boğuşurken sessizliğin ilk sesi sesleniyor bana. Aklım milyonlarca hikayedeki sonda. Nasıl bitmeli bu öykü? Mutlu sonları severim. Kötü sonları ise yalnızca hikayenin gidişatına göre yorumlarım. Lakin buruk bir son, kötü bir sonun aksine mutlu sonları hep yüceltir. Aynı zamanda buruk sonlar da mutlu sonlara hasret başıboş çocuklar yetiştirir. Bu çocuklar maalesef bilemezler başlarına neler geleceklerini, umutlarına prangalar çekilmiştir onların. Çünkü beklemeyi bekletilmek sanan krallar hep hezimete uğrarken kapıları dışarıdakilere açan köleler var. Peki bu öykünün sonunu nereye koymalı? Sonlar ne büyük yeniliklere gebe. Matruşkalar gibi doğurmaktalar. Her bir yeni sayfanın aklında öncekileri neyin harcatmış olabileceği sorusu var. Üzgünüm ama ölüler dirilmeyecek maalesef. En azından bu sefer.
O yüzden beklemek bir çok sorunun beraberindeki yanıtı da taşıyan ağır bir taş. Beklemek, denizin üstünde kayarken usulca, belki bir meltem rüzgarına rastlar ümidiyle yolladığımız ama rüzgarları es geçerek dibe batan bir pençe. Lakin umduğumuz sıyrılması narinlikten ama umudumuz narinliğinde. İşte böyle bir bedbaht ikiz gerçeklik... Kaybolmak ise çamurlu bir su. Sadece bir bulantı gelecekteki ve şimdiki kaygıyı oluşturan geçmiş gibi. Anılar ise bu suyu bulandırıyor dalgalar halinde. Onlara dokunmak çok tehlikeli. Anılmak istenmek bile dudakta küfür gibi duruyor. Bir de kaybetmek var. Zamanın en maskaralısı. Kötü olduğu ise bir yanılgıdan çok daha fazlası. Çünkü gecenin en korkunç yaratığıdır gölgeler. Görmek istediklerimizi değil gördüklerimizi saklarlar bizden. Keşke der gibisiniz. Keşke demeyin lütfen. İşte tam da burada, buralarda olsa gerek, bilinmezliğin en dehşet dolu cehennemleri yakarlar kor ateşlerini. Yıldızları kömür ile yıkamak, bu isyan, bir örtüden ziyade onları boğmaktan başka bir şey değildir. Parlamak dileklerimizin en göktane yıldızıdır ne de olsa.
Daha demin gördüm ben, köşede evlenen kuyruklu yıldız parlıyor maviliğin sönen ateşinde. Onu uyandırmaksa derdi uyanmayacağını söylemek istemiyorum... Gerçi nedense fiillerin ve isimlerin keşmekeş savaşı hep bu bilinmezliğin zincirindeki çemberde oluyor. Eylem ne komik bir kelime. Öyle ki en çok da bu gibi zamanlarda köpekler kan akıtırlar dudaklarından. Ve en çok da sürtükler yalar o kanı dudaklarımızdan. Bizim kanımız kanıyor. Sesi duyulmaz bir melodi, çalanı ise hep ölüler. Gece bu yüzden meşakkatli bir örtünüş. Algıyı mahvetmekte. Kabul görülmek ne büyük vahşi bir istek. Arzulamak ise şehvetten titreyen ellerden ibaret. Unutmak bu zalim zamanın umudu gibi gözükse de en güzel şey yine de beklemek. Çünkü insan bekledikçe anlıyor neyi kaybettiğini ve gitmekte olanın asla gelmeyeceğini. Gerçi en çok da beklerken fark ediyor ne kadar çok istediğini.



Gidenlerden bahsetmiş miydik? Bahsetmeyelim lütfen. Hikayenin en hüzünlü karakterleri hep gidenlerdir. Özgürlük de bir nevi o kapıdan çekip gitmektir. Ah şu kapılar! Bu kapıları da hep kaybolan bulantılara sokuyorlar ya. Biz bulamayalım diye değil arayalım diye.
Ve birde arayanlar var. Geceye nakşettirmeyeceklerim. Acılar ve bunaltılar ki bu sefer bulantı değil, hepsi nettir bu yüzlerde. Kargalar öldürene dek bülbüllerini asla içeri almazlar. Pencere açılmasına açılır lakin bir günlük ömrü istemek en çok da bir ömre zarar verir.
Ve yine gölgeler sarayında o yüzler gözükür. Alında çizgiler oluşmuş mu? Burun neden kızarmakta? Gözler haleler mi çizmekte? Keşkeler denilmiş bile. Bu sefer hak veriyorum ama peki şimdi uçan güveye ne demeli. Gözleri alımlı aşkı parlayan lambalarda. Onu uyarmalı mı ölümlü bedenim. Zaten ölmekte olan bir zamanı yaşıyoruz. Onu uyarmasam konmayacak mı yine. Ve ölümüne giden bu yolu kendi çizmeyecek mi kanatlarıyla?
Gölgeler sarayının saygıdeğer misafirleri. Sizleri uyarmalıyım. Masanızdaki üzümler yere dökülmüş.Narlar ise tane tane kanamakta.
Doktor orada mısın? Kahya olmadığını biliyorum ama hizmetçi nerede? 
Merak etme melankolikler hep eylülde dans ediyor. Sense uzakta, yağmur damlalarını aralamaktasın. Ağıt tutsan neye yarar. Katiller bile artık bizi beklememekte. 
Zaman ne ağır bir çile bu hengamede. Şafak boğazına çökecek diye çok korkuyorum. Penceremden içeriye düşmesin kargaların gölgeleri. Avucumun içinde benim bile taşıyamadığım bir güvercin yatmakta. Kalbi kanayacak diye telaşlıyım. Aklımdaki metalik ses aralanıyor. Kapımı çalanlar içeriye mi girecek? Eller neden titrer? Gözler neden duvardaki çatlaklara bakar?  



Sorular duymak istemediklerimizin ayaklanışı. Kimse gecenin mezarlarını dert etmiyor yine de. Ve bu yüzden ne yıldızlar beni beklemekte ne de ben onları duymaktayım. Sağırlık gecenin en kör noktası ve ben de bu boşlukta çekilmez bir baş ağrısıyım. Gidenler belki de en cesurlarımız, kalanlarımız ise en güçlülerimiz.Uzun lafın kısası bari biz uyanalım da uçsun martılar. Selam olsun onlara, hepsi Tanrının merhametinde görülmek üzere yola çıkıyorlar. Umudunuzu kaybetmeye gelmez bu hayat. Ne çok çukur varsa hepsi de suları yutuyor. Kirlenmeleri an meselesi. Çünkü kaybolmak ve bulunmak aranmak ve aramak istemenin aslında en kibar yolu.

Sevgilerle Elif Sükyen




Yorumlar

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar