DÜNYA'NIN MELODİSİ

İNSANIN ÖGELERİ

Tanrı sordu insanlığa ''Dünya hangi şarkıyı söylesin istersiniz?''
Herkes koro halinde ''Yaşamın.'' dedi ama ne yalan söyleyelim uzun bir duraklamadan sonra idi bu...

Gel gelelim bizim hikayemize. Altın tepsinin üzerinde kanamaya başlayan tavşana.
Dünyanın bir melodisi olsa gerek. Yoksa nereye kaybolur tüm bu ağıtlar, bağırışlar, çağırışlar? Sopanın daha etteki dansı var... Vahşet artık kanlı tepelerde bile değil. Doğan her güne akıtıyoruz günahlarımızı. Kadeh çoktan kayboldu bile bu görüntüde. Affedilmez günahlardan bir ağ örerken kendimize, dumanı tüten trenlerimizi o yaydan geçirmeye de korkmuyor değiliz.
Çığlıklar.
Çığlıklar çok vahimdir. Yürekten koparlarken geçtikleri yollardan bir şeyler alıp götürürler. Hissetmemek tam da bu arada işte. Acı kendine yer açmak için yolar, yolunan çiçekten geriye de toprağında biten yaban otu kalır. Toprak eşelenirken çiğ bir ses çıkarır. Etler kanar, et kokar. Ölüm bile kara toprağın neminde ya...Çal Veysel, çal.
Çağırışlar bazen küfürlenir. Her isim dudakta anılmak istemez. Ya zorla çıkar ya da çıkartılır dil. Cellatlar köşede asılacakları beklemekteyken -ki kargalara sözüm yok onlar günahsızdır- kargalar tüter dumanlı tepelerde. Sel gibi bedenler akıyor orada. Belki tepe dediğim insan yığını... Kim bilir? Kim ne der? İnsan insan mıdır ki, hepimiz bir avuç toprağız ama büyük bir kibirle tükürüyoruz birbirlerimizin yüzüne. Arkada kuyruklarımız mı vardır? Var olan en büyük maymun bizken bir eksiğimiz o kalsa ne yazar? Sesleniş dedik. Üst üste biriken ten yani. Kim en son konuştu? Kimin sesi ezdi en son diğerini? Biliyoruz bir şeyler, bazı doğrular bu boğazda saklı. Yırtacak da yırtılacak olan da kendimiz. Yalan cümlelerimizin nesnesinde değil öznesinde saklı.  Ne de olsa en büyük yalan tek doğru benim diyen değil mi? Yüklem ise cellatların elindeki satırda. Satır kelle de keser söz de. İşte bu yüzden her paragraf her zaman yeni bir başlangıç değil. Cümlelerimizin sonu gelirken attığımız virgüller işgüzarlıktan başka bir şey değil.
İkindiyin saat beşte BAHAR MEZARINA gömmesinler beni, bizi. Çiçekler bu dünyada bizden önce göçmüş olan birkaç ruh sadece. Bizden önce göçmüşler dediğimiz hep bizden önce doğmuş olanlar değil mi? Ölmekte olan bir zamanı yaşamak için yaşıyoruz. Yaşamak ne büyük bir kelime gibi duruyor oysa yaşatmaktan aciz bedenleriz. Can boğazdan geliyor ya o yüzdendir birbirimizin boğazına sarılmamız. Tıknaz vücutlardan tıklım tıklım vücutlara. Asıl yediklerimiz hep arkamızda. Gözümüz yiyemediklerimizde. Münasip olur mu bilmem ama arkamız demişken yediğimiz kaba pislediğimizi de es geçmeyelim. Bu kap ki ciğeri de mideyi de yatacağımız yeri de doldurur.
Ne alaycıyız ne neşeliyiz. Dünyanın bir sesi de bu. Bir kutbunda kavruluyor bedenler, ateş köpürtüyor kendini; irin ve su toplarken sırtlar, sırtlara mısır kamışı iniyor onların. Kırbaç kaba,olmaz. Tok ses çıkarır, göğsün çıkacak sanırsın. Ama öyle mi kamış? Zulüm zulmün içinde olmalı, insan insanın içinde. Açılan yarıkların içinde tuzlu bir el! İncedir, hızlıdır, kalbin cızlar. Tere kan karışır, insan vücudu toprak kusuyor sanırsın. Çıkan nefes, içeride boğulan ses bir insana aittir ama sen hayvan sanırsın. Bir insandan bir insana aktarılan bir insandan çıkarılan öfke. Bacaklar titrer, düştü adam. Kadın ötede tecavüze uğruyor. Düşman uğulduyor. Köpekler bile böyle ulamaz be insan. İnsan bunu neresinde, şeytan ayrıntıdan çıkmış olsa gerek, şeytan biz olsa gerek artık. Al işte iki bacaklı, kırmızı bir yüz. Yeşil yapraklardan pıt pıt damlayan ise gözyaşları. Bu işin bir de diğer kutbu var. Merak etmeyin ama yine de siz. Bunlar birbirini çeken cinsten. Çukuru açan da içine düşen de biziz. Ve emin olun ki kahkahayı seçmek ağıtı seçebilmekten daha kolay.
Tanrı soruyor insanlara ''Yaşamı neyle süslemek istersiniz?''
Koro halinde ''Barışla'' diyor insan evladı.
Ellerde tüfek, makineler altında ezilen kemik sesleri, analar evlatlarını çağırıyor, cılız küçük bacaklar güç bulmuş da kaçıyor kurşunlardan. Oysa kurşunlar daha hızlı atıyor o çocuğun kalbinden.
Pencereler titriyor, parçalanan tek şey camlar değil. Evlere bombalar düşüyor. Herkes ölü değil. Kalanlar gidenleri elveda bile diyemeden uğuldamak zorunda kalıyor. Göğüs göğüsle vuruşuyor şimdi  ise göz gözü görmeden vuruyor. Perde arkasında aileleri vatanından edenler sahnede soytarı gibi vatanına göndermek isteyip, kapılarını kapıyor. Artık insan öldüğünü bile bilmeden ölüyor. Portakalları koklama, onlar meyve değil! İnsanın ceseti bile kalmıyor. Toz olmuş artık özümüz. Sesler, sirenler, bağırışlar... Elimdeki bir torba değil, o örtünün ardında minicik eller var. Babaları kaybolmuş. Gelecekleri dökülmüş olan o topların altında ezilmiş. Onlar ağlamıyor. Gözlerini yaşartan sadece gaz. Gaz! Nefes borularını tıkayan o gaz işte...
Barışın çubuğu o yüksek mertebelerde. Demek bir anlamı varmış. Kimse çıkamasın diye oraya dikmişler. Merdivenlerde kokuşmuş itler boyun eğiyor, sahipleri iplerini kavramış. Bir emirle oturup kalkanlar o merdivenleri bu kadar tekinsiz yapıyor. Dünya kaldırmaz deniyor insanları. Oysa bu dünyayı batıran insanlar değil onların günahlarının ağırlığı. Herkese yer yok deniyor gemide, sallandırıyorlar insanları güverteden teker teker. Fikir atandan ziyade fikirleri uygulayanlarla dolu her yer. Oysa her yeri dolduran da bitmek tükenmez nefisleri. Nefesler ki ölüm soğukluğu kokar. Ölüm oysa onlar için hiç de bu kadar soğuk olmayacak.
Sessizlik dayanılmayacak kadar büyük bir gürültü. Kayıtsızlık. Hayretler uyandırıyor. İnleyen bedenler var bu dünyada. Elleri soyulmuş, kolları tırmalanmış, tökezlesin diye gümüş uçlu papuçlarla tekmelenmiş, ayaklarını taşlar delmiş insanlar var.
Anası uyurken bir yavrucak koyuyor başını onun göğsüne. Bir hırıltı var. O hırıltı var ya, işte o hırıltı başka bir şey. Rüyalar bile acıtmaktan öteye gidemiyor. Hayalleri çalınmış, annesinin kalbini acıdan duyamayan, babasının eline dahi gelemeden ölen evlatlar var.
Kahkaha ağıttan ağır basıyor.
Tanrı sordu insanlara ''Barışı neye dayandırmak istersiniz?''
Hep bir ağızdan ''Sevgiye.'' dedikleri duyuldu.
Kuytu köşede büyüyen bir ben var. Bu benden hep korkulmuş, bu ben hep hor görülmüş. Belki üstü başı dağınıktı, kir içindeydi. Kim bilir belki yüzünde bir kusuru bile vardı. Bu benler hep sonra canavara dönüştürüldü. Çirkin bedene çirkin bir ruh denildi. Güzel yüzlere atfedildi iffet. İffet! Dünyanın melodisinin diğer adı. Herkes iffetli olabilmek için güzel olmalıydı. Güzellik de bıçak altındaydı. Bıçak yine deldi insan bedenini. Ama siz sakın güzellik deyip geçmeyin. Güzel bir yüzden dökülenler doğrudur, güzelin isteği önemlidir, güzelin emri değerli olandır. Güzeli herkes sever, onunla arkadaş olabilmek ayrıcalıktır. Güzelin dediği çıkmıyorsa bile iyi anlaşılmadığındandır. Ama çirkin öyle mi? Sıradan bir yüze çarpar kapılar çünkü güzelin hüznü bile kalp eritir, düşündürür insanları. Ölünün bile güzeli acıtır en çok insanı. Güzel yaşamalıdır. En iyiyi o hak eder. Zaten çirkini kim sever?
Başladılar hayaller örmeye, vücutlar çizmeye. Bütün arzularını yerleştirdiler güzel bedene ve aşık oldular elbette. Oysa birbirini tutmadı ruh ile beden. İşte kötü günler hep böyle başladı. Güzellik tehlikeliydi. Günahı bile çekici hale getirdi. Boyunlarına inci asanlara ya da jilet gibi takım elbise giyenlere fahişe denilmedi.
Neyse işte. Bir ben vardı ya köşede. Bu benler çok itildi, dayak yedi. Tokatlar bu yüzlere indi, ana bacı girildi. Ben benden çıktı, ben bize evrildikten sonra bana dönüştü. Sevgiye onu layik görmeyen toplum, onun sevgisizliğinin canavarlığını gördü. Oysa kuytu köşede bir ben daha vardı, o da aynı yollardan geçmişti ama o ben benini unutmadı, devam etti.
İnsanlar dağınıkken biz de sevgimizi bir araya getirmek için etraftan topladık. Ama sonra bir baktık ki cansız nesnelere yaşayanlardan çok daha fazla anlam yüklemişiz. Ve sonra doğdu diğer melodiler. Bencilliğimiz sesiyle irkildi şekillendiler. Tencerenin boşken çıkardığı ses açların guruldamlarını bastıramazken bizim sayaç makinesinden geçen tomarlarımız epey gürültü yarattı zihinlerimizde. Öyle ki sadece açlar değil, zenginler de doyurulamaz oldu.
Borçlar diz boyu, eve giren para evden çıkana özenip onunla bir olup kaçıyor. Elde kalan avucumuz. Yala dercesine bakıyor.
Para insana dönüşüyor. Bedenler satılıyor, kişilikler bölünüyor. Yaylı yataktan çıkan gıcırdama gözden yuvarlanan damlaları örtüyor. Eller itiyor, eller engelliyor. Bu da yetmezmiş gibi bunu ticareti yapılıyor. Çocuk, genç demeden insanlar uğursuz kamyonlara sokuluyor. Paranın sesi o vakit klavyeye girilen meblağdan duyulur. Devletin insanı kayıp olarak bildiriliyor, göçmenler nerede? Onlardan ses yok. Medya'dan duyulan tek ses ise kameraların kapanırken çıkardıkları oflama. İnsan taciri mi dersin, organ mafyası mı? Eski dünyanın lanetleri bitmedi. Eski dünyanın melodileri şimdinin notaları. Onlarla çalınıyor her şey. Adam vurmak ne kolaymış.
İnsan insana yetmiyor. Sevgi bile tümleçlerini kaybetmiş. Nerede, nereden, nereye o da bilmiyor. Savruluyor duygularımız. Emin olun onun bile ticareti yapılıyor. Like yapamadan, tivit atamadan üzüldüğümüzü bile belli edemiyoruz. Oysa ne kadar çok birbirimize muhtacız, ne kadar çok anlamaya hatta bundan korksak bile anlaşılmaya ihtiyacımız var. Karşılık beklemeden sevmeyi bile unutmuşuz. Unutmak ne büyük kurtuluş değil mi? Bazı şeyler görmemek, kimi şeyleri duymayı kaçırmak. Bizler dedikoduya dahil olmak değil dedikoduyu konuşmak istiyoruz. İstediğimiz her şey sevgisi kayıp sıfatlarda...
Tanrı sordu insanlara ''Sevgiyi nasıl yaymak istersiniz?''
İnsanlar koro halinde ''Konuşarak.'' dediler.
Zamanı bozuk zarfları yaşadığımız bu dönemde aynı dilleri paylaştığımızdan bile şüpheliyim. Bu çöp konteyneri ipe sapa gelmez laflarla dolmuş durumda. Kokan şey ise nefeslerimiz. Gerçi bu karmaşa bile çok yanıltıcı. Seslerin bir araya gelmesi konuştuğumuz anlamına dahi gelmiyor. Ne birbirimiz dinliyoruz ki dinlesek bile duyduklarımızı anlamıyoruz ne de düşüncelerimizi paylaşıyoruz. Yorgun olan kulaklarımız sarkmış durumda. Dilimiz dışarıda sürünüyor. Resmin kayıp parçasını başkası söylemden dile getirmiyoruz. Resmi başkalarına göre adlandırıyoruz. Bırakın sevgiyi yaymayı, nefreti körüklüyoruz. Öfkenin sesi de burada. İletişimden ziyade artık geri bildirim yapar olduk. Birbirimizi dürte dürte savrulduk.
Tanrı son kez sordu (Biz son kez diyeceğiz) ''Kim konuşacak peki?''
İşte!
Tam o sırada başladı bütün hengame.
Herkes bir ağızdan ''Ben konuşacağım tabii.''diye söylendi.
Bir an sessizlik oldu ama sonra tüm gözler birbirini buldu. O dedi ''Ben beni kastetmiştim.'' diğeri dedi ''Hayır, ben beni demek istedim''
Dillerinde ne şarkı kaldı ne barış ne de sevgi. Giriştiler birbirlerine. Konuşmak? Biz? Neyse.

Dünya'nın bir melodisi vardı pek sevgili muhterem dostum. Pek de tatlıydı hani. Sonra insan geldi. Kendininkini söyledi ve çekip gitti.


Sevgilerle Elif Sükyen










Yorumlar

  1. Çok güzel, bir solukta okudum ♥

    YanıtlaSil
  2. bence hiç durmadan yazmalısın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok çok teşekkür ederim bu güzel yorumunuz için.

      Sil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar