İKİ DUDAK ARASINDA ERİMEK
İKİ DUDAK ARASINDA YAŞAMAKTIR TUTSAKLIK
Birçok sesim var.
Bu yazının birçok sesi vardı. Keder, korku, umut, yalnızlık... Ama doğarken hissettiği kesinlikle bir öfkeydi. Biçimsiz bir sitemdi. Şimdi ne olduğunu ben de bilmiyorum. Belki bu iyi bir şey. Bu yazı yazmak istediğim ama yazamadığım nice duyguları buldu ve boğdu. Nicelerinin sesi burada. Duyamazsanız alınmam, çünkü bazılarını artık ben bile duyamıyorum.
İçimde körelttiğimiz nice şey var. Çoğu zararımıza, azı yararıma hizmet ediyor. Tuhaf bulursanız sesimi sakın sormayın öncekine ne oldu. Bazen bir katliam görüyorum ben, soykırıma uğruyor bedenim. Kolay olduğu yanılgısına hiç kapılmayın, yaşatırken yaşıyoruz bir nebze. Sakın düşünmeyin kimin yaşayacağına karar verdiğimi, birlikte seçiyoruz çünkü. Bu yazı bin kez yazıldı bin kez bozuldu. Aralara her şeyin seyrini değiştirebilecek nice cümleler eklenmişti, neleri/nelerimi sildiğimi asla bilemeyeceksiniz. Size okutamayacağım şeyleri gördüm, asla söyleyemeyeceğim şeyler fısıldadım ben. Şimdi bir replikadır bu okuduğunuz. Bir günde yazılmadı. Zamanla güzel şeylere de evrildi elbet, bir kahraman da doğurdu, şimdiyse özüne dönüyor. Kırılan her şey gibi ben de sivriliyorum çünkü...
Bundan sonrası, sonranın hep arkası. Bir belanın nakaratı. Sıkıştırılmış, rengi kaçmış, uçları kıvrılmış, kırışmış düşünceler. Bir daha asla düz bir sayfada görünemeyeceğim! (Latife mi ediyorum?) Bu acıtıyor mu diye sorsaydınız, size kesikler hep acıtır derdim... Ellerim açamaz durumdayken yeni bir sayfayı, yırtıklarımın mürekkebim olamayacak kadar kuruduğunu söylemeliyim. Kanamayacak kadar eskitildiğimi. Ama inanabiliyor musun umudu hala yırtıp atabilmiş değilim kitabımdan. Bu da hala kırılabildiğim anlamına mı geliyor? Ve biliyor musun? Bildiğini biliyorum bu arada. Mezarları yağmalamak anıtları yağmalamaktan daha cesaret verici. Harabelerimin bir temizleyicisi yokken çöp atmak daha kolay. Çamur atabileceğiniz bir hızınız, karalayabileceğiniz bir adım var neticesinde. İnsanlar bana bakarken iki kez düşünmüyorlar bile. Ezilirken ayaklarının altında, tane tane olurken ben, çıkardığım sesler onlar için rahatlatıcı. Sürterlerken beni asfalta, bir köşeye tekmeleniveriyorum. Ama...bir gün parçalarım yakacak dünyayı, çünkü sadece güneş parlatıyor beni. Ve tenimi tazeliyor bilenmek.
Bu kadar çok kırılmamalıydım oysa ki, belki de bu kadar çok kırmamalıydılar beni.
Ne dersin? Güldüğüme bakma lütfen.
Sonra, tüm suçu üstlenmek erdemli bir davranış gibiydi, ne yalan söyleyeyim, sevilmek de istemiştim hani. Kaç yaşındaydım, yedi mi, yeterli mi? Oysa yaşamların amacının ne pahasına olursa olsun temiz kalmak olduğunu anladığımda ne kadar da çok geçmişti? Ne kadar çok yıl yitmişti? Parçalarım göğüslerinde gümüş bir broşken, ben bir eskiciydim, kayıplarımı hurdalarla tamamlamak zorunda kaldım.
Kendini bir çöplükte aramanın ne demek olduğunun farkında mısın?
Kaç yıl yetmişti bir çocuk kalbini külüstüre çevirmeniz için? Ama kabul edin ki, her bir parçamı sökmeniz giderek kolaylaşıyordu, ben de kabul ediyorum işinizi kolaylaştırıyordum hani; daha da utanmaz oluyordunuz, daha da büyüyordu istekleriniz, daha bir asabileşiyor daha bir kabalaşıyordunuz. Nasıl olsa verecek, püh! Bir ederimin olmadığını o vakit anladım. Ama yine de soymaktan vazgeçemediniz bedenimi. Soyulmaktan vazgeçmedim bir türlü. Söyleyin eğlendiriyor muydu bu durum sizi? Ben de durduramadım yıkılışımı ne yazık ki. Temellerimi istemeye geldiğinizde bir moloz yığını olmak istemedim ama karşı çıkmak duvarlarımı bir deprem gibi salladı. Yaşamak bile çok görülmüştü demek. Dönüp giderken siz yüreğim ağzıma geldi. Bir kuş kalbi gibi ötüverdi dilim. O kadar açtım ki sevilmeye, yalvardım dönmeniz için, 3 kısımlı bir tiyatro sergiledim: konuşmam, yakarışım ve kendime hakaretim -üçünü de değerimi düşürecek şekilde oynadım. Ne kadar ucuz görünürsem o kadar çok vakit geçirecektiniz benimle, o kadar çok bir değerim olacaktı gözünüzde. Sonuç olarak siz de dönüp gidemeyecek kadar erdemliydiniz. Gerçi blöfünüz bu terk etme numarası bile değildi, sadece çöküşümü izlemek için istemiştiniz beni. Sadece bunun için istenilmek ne kadar acı veriydi, tahmin edebiliyor musun? Sonra da içimde kimse yaşamıyor diye suçladınız tabii ki beni...
Sizi kötülediğimi de sanmayın. Günahlarınız günahlarıma kaynamışken, küfrümün tek gerçek sahibi biziz.
İki dudak arasında ölüyoruz her gün. İki dudak yetiyor harcanmak için. İki dudak zehrin akması için yeterli tek aralık! Döküldükçe dağılıyoruz insan kalbinde bir yerlere. Bu yüzden; söylediklerimin acıtmayacağının garantisini veremem, benim ki değil kelimeler. Onlara geçirebilir miyim sözümü? Dilimin kıvrılışı, boğazımdan yükselen bir nefes, çenemin seğirmesi, bir damak şaklatması... Bütün bu büyü nerede başlıyor? Nerede yayılıyor günahlarımızın dalları? Dudaktan dudağa bir bulaş, nefesimizin kavuşması... Beceriksiz öpüşlerim ne hissettirebilir ki in-sana? Dudaklarımla küçük bir şarkı söyleyemez miyim onlara? İnanmaz mısınız bana?
Peki şimdi, fısıltılarım gıdıklamıyor mu seni? Yalanlarım eğlendirmiyor mu? Tezatlarımı yakalayabiliyor musun? Alay içindeki alaylarımı?
İki dudak heyecanlandırıyor, güldürüyor, gözümüz hep orada. İki dudağı bekliyor, iki dudakla yönleniyoruz. Bana sakın ha ''gel'' deme, kelimeler senin de değil çünkü.
Ne yazık ki.
Çok yazık.
İki yüzlülüğünüze gülmüyorum da sanmayın. Beni ifade ettiğiniz her bir uyarı dudaklarınızda komik duruyor sadece. Azarlamak için seçtiğiniz kelimelere kendi yaşantınızda bolca yer verdiğiniz için değil de, onların ateşli bir savunucusu olduğunuz için; bu tüm iyi niyetin bir sömürgesi. Egemenlik ne ara bu kadar kanlı olmuştu? Düşmanın gerekliliği ve yaratılma süreci hep bu arada yatıyor. Üst perdenin alttan insanlarının aydın olma gayesi! Farklılıklarınız beceriksizliklerinizin örtülü ödeneği. Ayrımcılığınız ise adaletiniz. Acınası! Saldırılarınız körlüğünüz ve siz de tiyatronuzun fark edemediğiniz suflörlerisiniz. Söylemek istemediklerinizin köpeğisiniz. Pek ala BİZ de öyleyiz!
Kelimelerin keskin melodisiyle kanıyor kulaklarım, gırtlağımı kesiyor virgüller. Yarım kulaklarım eksik duyuyor her şeyi, duymam gerektiği gibi. Öksürüyorum, ellerimde kan... Bir ağırlık çökmüş içime, yuttuğum, duyduğum her şey parçalıyor içeriyi. Kesik kesiğim. Kan ağırlık yapar mı bir bedende? Cesetler biriktiriyorum ben... Her gün doğmamış, yaşayamamış benler öldürüyorum. Her gün bir Elif'i yetim bırakıyorum ben. Ne zaman son bulacak acılarım? Boğum boğum birikiyor katılaşmış etler gırtlağımda. Kimleri öldürüyorum? Kimler öldürüyor beni? Kimin cehennemini yaşıyorum? Kim cehennem yaşatıyor bana? Ben kimin cehennemi oluyorum? Cehennem? Cehennem hangimizin dudağında?
İnfernio Gabriel!
Kelimeler tükürüyor dudaklar bana. Dudaklar dolgun, dudaklar sıska... Gülümsüyor musun? Yoksa keskin dişlerini mi gösteriyorsun?
İki dudak arasında sıkışmış yaşamlarımızı idame ettiriyoruz. İhtiyaçlarımız içleri boş çuvallar değil, doluluğu gün be gün artan bir küçük dağlar. Ve onları yine dişlerimizle kazıyoruz, dilimizle ovuyoruz, dudaklarımızla şekil veriyoruz.
Kanıyor musun?
Devam ediş, ağır bir süregeliş. Ah, sevgili okuyucum hissetmediğimiz duyguları anlatan, yaşayamayacağımız deneyimleri özetleyen ne kadar çok kelime var! Ve ne yazık ki, inanılmaz bir şekilde, varlığın bilgisi varlığın kendisine eş değer bile değil. Seni hiç hissetmediğim bir duyguyla sevememek değil, hiç adlandıramayacağım bir kelimeyle sevmek acıtıyor.
(...)
Konuşamayacak kadar kelime dağarcığımız az ama susturmaya yetecek kadar darağaçlarımız çoktur bizim. Siz hiç ruhu delebilen bir bıçak gördünüz mü? Sivri uçlar saplandığı yerde kalıverirken, tüm o güzel sözcüklerin bedeni sıyırıp geçmesi kara talih olsa gerek.
Gerçi gerçekten gitmek istiyor muyuz? Yoksa hikayemizin kahramanı olabilmeyi mi arzuluyoruz? Bizi anlatmak için seçilen kelimeler ağız sulandırıcı geliyor. Kabul, gitmek istemesek bile gidebilmek bir ayrıcalık. Başka bir dudaktan başka bir dudağa kaçış. Kucaktan kucağa bir oturuş. Kurtuluşumuzu mu planlıyoruz? Yoksa kimin tutsağı olacağımızı mı dert ediniyoruz kendimize? Baygın gözlerimize, ki boynumuzda gergin bir şekilde geride, kim bakacak bebeğimize? Kim durduracak onları?
Bu bir aptal kuklanın hikayesi. Katil ağızlı ise Cabb'ar'ın kendisi değil, salyasını akıttığı efendisi Gabriel'in kendisi.
Gerçekten, gerçekten gidebiliyor muyuz? Geçtiğim yollar bile hala gerimdeyken, zamanın geçmişime yerleştirdiği anılar beklemekteyken, yenilik eski tarz bir çürüyüş değil mi? Yokluk bir kelime, yokluğun kendisi bile bir bağlamın içinde. Adeta kaçamayacak olmamızın küçük bir nidası. Kelimelerle dolu bir zindan adası!
Söyleyebilecek onca şeyimiz varken insan evladının suskunluğu seçmesi acıtıyor. Ama acıtan şey suskunluğun kendisi mi yoksa bu suskunluğun duyulmayacak kadar nidalar içermesi mi bilemiyorum... En basitinden, benim dertlerimi bilseniz ne yapabilirdiniz? Ben sizinkileri duysam ne yapabilirim? Ya hiçbir şey yapmayı seçmezsem? Söylemekten pişman olur muydunuz? Ya yardımınıza koşsaydım, beni o zaman da bayağı mı bulurdunuz? Sandığımdan daha hızlı yaşlanıyorum, her gün ölümü hissetmek ve yaşamaya çalışmak yoruyor beni. Ve bana yakından bakma lütfen. Tenimin de bir tınısı vardır. Duymandan endişe ediyorum. Kelimeler bir köpek olabilir ama etim kesinlikle kendisini ele verecektir.
(...)
Duyduklarımız hep gerçekler midir? Söylediklerim palavra mı? Hangi kelimemi yalanlıyorsun, hangisini kefaretim sayıyorsun? Peki insanın hiç söylemediği bir şey de yalandan sayılır mı? Söylemediğim gerçek midir? Gerçek nedir? Belki de konuştuklarımız kadar sustuklarımızın da kurbanıydık.
Gerçi ben asla sevilmemiş bir kızım. Korkularım belki yersiz, belki de hadsiz derecede. Kim bilebilir ki? Çok mu karamsarım?
Söylersin ki: Madem ki iki dudak arasında yaşıyoruz, yaşayacak alan da açabiliriz kendimize. Bağlandıkça belki bir koza örüyoruz, belki çok sıkışıyoruz... Ama iplerimiz sıkıysa neden düşmekten korkalım ki?
Söylerim ki: Kör değiliz, belki de her şey bu yüzden daha zor. Ben gidersem ve o kalırsa, tüm yüküyle ''o'', yüklerimiz birbirimizin günahlarıdır. Günahlar yaratıyor, ağrılar yüklüyoruz. Pişmanım. Pişmanlığımın tutsağıyım. Ve gidemeyecek kadar çok ağlarım.
Eğer bulanmışsa dudaklarımız zehre, korkarım. Korkuyorum. Sana ''merhaba'' demek bile seni kirletebilmek için bir fırsat doğuruyor. Gözlerinin beni bulmaması bile hiç var olmamış bir acı doğuruyor. Belki de kaçışım bu yüzdendir. Ama asla gerçekleşemeyecek olan bir kaçış için bile bir kelime bile varken, eylemlerim de kendi darbelerini yaratıyor olması, insan ruhunda bir anlam yaratıyor...
Hiçbir şey yapmamış olsak bile illa ki birilerini üzmüş olacağız.
Yazdıklarım ne burada sonlanıyor ne de söylemek istediklerim bu kadarla sınırlı kalıyor. Eksik bıraktığım nice cümlem var. Onları şimdi doldurmamayı seçmem unutulmaları için yeterli bir zaman dilimi gibi. İyileşebilmem için gerekli.
Yazımın ilk harfinden son harfine kadar geçen zaman dilimi ise bir yılı aşkın. Yazının kendi içerisindeki benin değişimi ise şaşırtmıyor değil. Bu yüzden bunu yeni bir cümlem ile değil, eskisini baz alan, ama eskinin eski olmadığını gösteren bir umut ile kapatmak istiyorum. Fark ediyorsunuz mu bilmem ama acılarımdan kurtuluyorum, yarım bırakarak... Sıyrılarak! Çünkü belki de özgürlük sıyrılmaktır, sıyrılabildiğin kadar.
Sevgilerle
Elif Sükyen
Merhaba, sadece iyi niyetli bir tavsiye; “Attack on Titan” isimli derin felsefe barındıran sadece müzikleri bile birer şaheser olan Japon animasyonunu izleyip bunun üstüne kendinizce bir yazı yazarsanız severek hatta bayılarak okurum ki buna emin olabilirsiniz. Bol şans! (^人^)
YanıtlaSilSeverek ilgiyle takip ediliyorsunuz en bi fanatiğinden 🥰
YanıtlaSil